7 Mayıs 2012 Pazartesi

Benim De Bir Başarısızlık Öyküm Var

Aydın Demirer'in başka bir yazını daha sizlerle paylaşmak istiyorum;

Ekonomi dergileri ya da gazetelerin ekonomi sayfaları size bol bol başarı öyküleri anlatır. Başarısızların öyküleriyse nedense pek anlatılmaz.

Oysa malum hata insana mahsus… Hatayı bir kez yapacaksanız, hatanızı anlayacaksanız, bundan da ders çıkartacaksanız sorun yok. Hatta yararlı olduğunu bile söyleyebiliriz.
Benim de başımdan böyle bol hatalı bir hikaye geçti. Bir gazeteci arkadaşımla birlikte bir işe kalkıştık. Başarı şansımız çok fazlaydı. Ama yapılmayacak hatalar yaptık, sonunda da başarısız olduk. Ben bu işten fazlasıyla hayat dersi çıkardım.
Okunması çok keyifli bir öykü aslında.
Bundan yaklaşık 12-13 yıl kadar öncesi...
Ben yine gazetecilik yapıyorum. Bir yandan da küçük bir yayınevim var, onunla uğraşıyorum.
Bu sırada, Fransa’da Montignac adlı bir beslenme uzmanı, kendi adıyla anılan yeni bir diyeti lanse ediyor. Diyetin yer aldığı kitabın adı son derece kışkırtıcı: “Yedikçe Zayıfla”. Montignac çok radikal birşey söylüyor. Diyor ki, ‘bugüne kadar yaptığınız düşük kalori diyetlerini unutun. Çünkü, bu tür diyetlerde ipin ucunu bıraktığınız anda verdiğiniz bütün kiloları yeniden alıyorsunuz.’

Peki kendi önerisi ne?
Montignac özetle ‘protein ile karbonhidratı karıştırmayın ve zayıflayın’ diyor.
Kitap Avrupa’yı kasıp kavuruyor, milyonlarca satıyor. Dahası Montignac klinikleri açılıyor. Burada hastalara diyetin özellikleri anlatılıyor, Montignac ürünleri satılıyor.
Montignac ürünleri neler diye sorarsanız…
Tam, yani işlenmemiş buğdaydan yapılan yiyecekler başta olmak üzere Montignac’ın yemek kitabında (Yedikçe Zayıfla’dan sonra çıkan Montignac Yemekleri kitabı) yer alan ürünler...
Ben de yayıncı olarak ‘acaba ne yapsam da bu kitabın haklarını alsam’ diye düşünüyorum.
O sırada aynı yerde çalıştığım bir gazeteci arkadaşım, Montignac kitabının Türkiye haklarının bir Fransız’da olduğunu, onun Montignac restoranı açmayı düşündüğünü söylüyor.
Hemen o akşam biraraya geliyoruz. Fransız, sorunsuz ve sempatik görünüyor. Adına Francesco diyelim. Bana ‘ortak olur musun’ diye soruyorlar. Balıklama atlıyorum. Montignac ismi altın değerinde. Nasıl ortak olmam ki...
Derken yer aramaya başlıyoruz. Şansımız yaver gidiyor. Levent’te bir villa kiralıyoruz. Fiyatı çok ehven. Nispetiye Caddesi’nin üzerinde. Yani semtin en işlek yerinde. Kocaman bir de bahçesi var. Belli ki yaz akşamları başka türlü keyifli olacak.
Villa meşhur romancımız Hüseyin Rahmi Gürpınar’a ait. Kendisinin vefatından sonra eşi ve kızı burada oturmaya devam ediyorlar. Birinci katı bize veriyorlar, kendileri ikinci katta oturacaklar. Giriş çıkış ayrı. Bize bir zararları yok.
Benim bir iç mimar arkadaşım villayı yeniliyor.
Çırağan’ın aşçılarından birini transfer ediyoruz. İlk denemeleri yapılıyor. Lezzet doruklarda.
Açılışı yapıyoruz. Bayağı kalabalık bir gazeteciler grubunu davet ediyoruz. Selahattin Duman da orada, Ayşe Arman da... Hepsi de ertesi gün, yazılarında Montignac restoranından bahsediyorlar.
Patronumuz merhum Ercan Arıklı, bize yardımcı olmak için çırpınıyor. Her gece bir ünlüyü restorana getiriyor, insanların ayakları alışsın diye...
Ama buna bile ihtiyacımız yok. Çünkü pek çok ünlü işadamı zaten  bizim restoranımızda yiyor. Mustafa Koç’un birkaç kez arkadaşlarıyla yemek yediğini görüyorum.
Ve düşünün. Bu restoran bir ay sonra batıyor. Evet, şaka gibi... Ama değil... Gerçek...
Nasıl mı?
Bir kere Francesco’nun diğer yüzünü görüyoruz. Aksi mi aksi, geçimsiz mi geçimsiz. Üstelik de herşeyi çok iyi bildiğini düşünüyor. Tipik bir kifayetsiz muhteris. Nasıl anlatsam. İki üç kelime Türkçe bilmesine rağmen menüdeki yazıları kendisi yazıp matbaaya veriyor. Bütün Türkçe isimler yanlış. Tabii ki bütün menü kartonları yeniden basılıyor.
Çırağan’dan transfer ettiğimiz aşçı Francesco’nun saçmalıklarına tahammül edemeyip kaçıyor. Yedeği de yok. Hemen bir gün içerisinde birini bulmamız lazım. Ama Francesco ‘bekleyin’ diyor. Tabii ki beklenen günlerde restoran kapalı kalıyor. İlk büyük darbeyi buradan yiyoruz. Bu arada aşçıdan sonra durumu gören garsonlar da yavaş yavaş kaçmaya başlıyorlar.
Neredeyse bir hafta süren bir arayıştan sonra Francesco Fransa’dan bir aşçı getirmeyi başarıyor. Ama adamcağız, gariban bir Fransız köylüsü. Yemeklerde artık lezzetin L’si yok. Ercan Arıklı “oğlum lezzet yok olmuş. Bir restoran lezzetle yaşar. Siz yakında burayı kapatırsınız” diyor.
Lezzetten vazgeçtik, porsiyonlar fazlasıyla küçük ve fiyatlar fazlasıyla yüksek. Porsiyonların büyütülüp fiyatların indirilmesi teklifimize Francesco hiç mi hiç yanaşmıyor.
Başka sorunlar da var. Örneğin en işlek caddede olmamıza rağmen park yerimiz yok. Üstelik vale işi bir türlü düzene girmiyor. Pek çok akşam valesiz kalıyoruz. Şoförü olmayanlar arabalarını park edemiyorlar anlayacağınız.
Sonuçta bir gelen bir daha gelmez oluyor.
‘Peki’ diyecekseniz, ‘siz niye bütün bunları seyretmekle yetindiniz de işin içine giremediniz?’
Çünkü, Francesco ne yapıyor yapıyor, bizim işe dahil olmamızı engelliyor. Bütün gün orada olması da büyük avantaj. Bizler ise ancak boş zamanlarda uğrayabiliyoruz.
Ama daha önemlisi Francesco’nun bizi fena aldattığı ortaya çıkıyor. Biz bir şirket kurmuş ve ortak olmuştuk ama Fransa’da Montignac’ın haklarının sadece Francesco’ya verildiğini öğreniyoruz.
Bunun da husursuzluğu gelince, restoranın batma süreci hızlanıyor.  Ama yine de durumu kurtarmak mümkün olabilir.  
Lokantayı bırakıp başka işlere ağırlık vermeyi düşünebiliriz. Fransa’da Montignac makarnası var örneğin. Bir şirketle anlaşıp üretimi yaptırıp makarna zengini olabiliriz veya ithal edebiliriz. Ya da tam ekmek Türkiye’de henüz bilinmiyor. Bir fırınla anlaşıp tam ekmek yaptırıp bir dağıtım şirketiyle çalışabiliriz. Francesco bütün bu önerilere “daha erken” diye cevap veriyor. ‘Ne erkeni?’ diye kendi aramızda konuşuyoruz. ‘Daha iyi bir zamanlama olamaz.’ Yukarıda yazdığım gibi bütün dünya Montignac’ı konuşuyor.
Sonuçta ısrarlarımız üzerine bir fırınla anlaşıyor. Ama hangi fırınsa ekmeği bir gün getiriyorsa, üç gün getirmiyor. Aslında, böylesine bir düzensizliğe rağmen her sabah restorana gelip tam ekmek satın almak isteyenler de var. Neyse, ekmek işi de olmuyor.
Peki franchise versek? Fransesco tabii ki buna da karşı.
Sonuçta Montignac konsepti parmaklarımızın arasından, göz göre göre kayıp gidiyor.
Restoran, kesinlikle batmaz denen Titanik gibi çok kısa bir sürede batıyor.  
Bugün sakin kafayla bütün olup bitenleri değerlendirdiğimde şunu görüyorum:
Biz bu süreçte dört çok büyük hata yaptık.
Bunların dördü de bir ilkokul çocuğunun bile yapmayacağı türdendi.
Neler mi?
Bir: Bilmediğimiz bir işi yaptık. Restoran işletmeciliği konusunda hiç bir bilgimiz yoktu. Öğrenmeye de çalışmadık. Aşçı bulacak çevremiz de yoktu. Bırakın aşçıyı vale bile bulamıyorduk ki...
İki: Hukuki durumu hiç araştırmadan işe giriştik.
Üç: İşin başında durmadık. Biz gazeteciydik. Sabah işimize gidiyor, akşam evimize dönüyor, arada bir de restorana uğruyorduk. Restoran işi ise bizim için ikinci plandaydı.
Dört: Hemen hemen hiç tanımadığımız birine güvenip yola çıktık.  
Evet hata üstüne hata yaptık.
Bundan sonra ben kendi adıma yoğurdu hep üfleyerek yedim.
Francesco’ya gelince. Hayattaki en büyük iş tecrübelerimizden biri onu tanımak oldu. Kendisine müteşekkiriz. Sayesinde şunu öğrendik: Dünyada batırılamayacak işletme yoktur. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder